top of page
Yazarın fotoğrafıAyris Aysar

Metamorfozdan Birkaç Işık Önce


“Neden çaresizlik içinde kendi ölümünü bekliyorsun?” diye soruyor. İki eliyle beyaz kahve kupasını kavrayıp öne eğiliyor. Dirsekleri gri renkli yuvarlak metal masaya dayalı.



“Çünkü başka ne yapacağımdan emin değilim,” diyorum. “Ne de olsa bir gün herkesin öleceğinden eminiz.”


Oturduğum sandalye rahatsız ediyor beni. Buan rağmen masanın üzerindeki Marlboro paketinden bir sigara alıp keyifle paketi masanın üzerine atıyorum. Tüm hareketlerimi ince ince, sakince izliyor. İlgili. Konuyla çok ilgileniyor. Sandalyede yan oturup sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atıyorum. Belimi balkon demirine yaslıyorum. Ürpertiyor beni biraz. Balkonun aşağısındaki yemyeşil bitkilerden gelen kokuyu bölüyor yaktığım sigaranın dumanı. O benim sağ portremi inceliyor. Ben sol kolumu sandalyenin yaslanma kısmına koyup tam karşımda duran açık kapıdan mutfağı inceliyorum.


Hava aydınlık olmasına rağmen mutfağın içi buradan oldukça karanlık görünüyor. Bir ara yan gözlerle ona bakıyorum. Masanın üzerinde çeviriyor kupayı, hala beni inceliyor. Son kurduğum cümleyi düşünüyorum. Şimdi o rahatsızlık hissinin sandalyeden değil, dudaklarımdan dökülenin kendimi bir etiket gibi hissettirişi olduğunu fark ediyorum. Böylesi cesur, kendinden emin cümleleri elbette kafamın içinde kurarım, ancak günlük hayatta dilimden dökülenler yavan ve sığ, yaşamı ifade etmekten ziyade yaşamı ittiren cümleler olur.


Sağ tarafa çeviriyorum kafamı, ona bakıyorum. Koyu, dağınık saçlarına, açık kahverengi gözlerine... Bende yapay duran bu cümle biçimi, bu dışa yansıtılan teatrallik onda hiç yadırgı durmuyor. Hiçbir zaman durmadı. Sanki, onun var oluşu başlı başına manadan oluşuyor. Tıpkı bir kalem gibi. Belirli bir amaç uğruna üretilmiş -yaratılmış ya da her neyse artık- ve arayış içinde değil. Kendini aramıyor. Kendine anlam atamaya çalışmıyor; zaten anlam içinde, anlamla beraber yaşıyor. O, bu yüzden beni arıyor, beni sorguluyor şimdi. Onun aksine ben belirli bir amaç uğruna bu dünyaya gelmedim. Gariptir, arayış içinde de değilim. Ama, öyle değil midir? Herkes bir gün ölecektir ve kesin olan tek şey budur. Yapacağımdan emin olduğum tek şey ölmektir ve belirsizlik kaburga kemiklerimi adeta tek tek yerinden söker. Böylece, sanki birisi yalnızca var olduğum gerçeği üzerinden kendisine bir gurur payı çıkarıp sırtıma vuracak olursa, kalbim veya ciğerlerim patlar, zedelenir, yerinden oynar. Kendi ölümünü beklemekten daha sahici, daha gerçekçi ne olabilir ki?


“Biliyor musun, birini tanıyordum,” diyor o öykü anlatıcısı ciddiyetiyle. “Çevresi, genel konuşacak olursam hayatı, kendisine ızdırap veren zorluklarla, insanlarla örülüydü. Kendisini o insanlardan ve durumdan sıyırmanın denklemini bir türlü oluşturamamıştı. Özellikle bazı zamanlar olurdu, o zamanlar bela ‘geliyorum’ derdi ona. Zor bir dönem olacağını, huzursuz olaylar yaşayacağını bilirdi; bilirdi güçlükler içinde debeleneceğini... En çok o anların hemen öncesiyle o dönem bittiğinde onu en hareketli halinde görebilirdin. En çok o anlarda bir şeylere özen gösterir, bir şeyler yapar, çevresine, kendine çeki düzen verme telaşıyla sağa sola koştururdu; müthiş bir enerjiyle hem de.


“Zaman içinde anladım ki, onun hayatını devam ettiren enerji o ızdırap dolu zamanlardan geliyordu. Onun hayatını ittiren şey o dönemdeki sıkıntılarıydı. Kurtulamadığı esas zincir, olaylar veya insanlar değil, hayatını ittirmek için o olaylardan ve insanlardan çekip aldığı enerjiydi.”


Gözleri kocaman açılıyor, gülümseyerek bakıyor bana. ‘İttirmek’ ifadesinde kalıyor aklım. Hayatı ittirmek. Hep ittiriyoruz hayatı.


“Hep ittiriyoruz hayatı,” diyorum. Dalgınım.


“Veya hep hayatın peşinden koşuyoruz,” diyor arkasına yaslanıp.


“Ben ikisini de yapmıyorum.”


Parçalı bulutlar tepemde birikirken gülümseyerek sigara dumanını havaya üflüyorum. Huzursuzum. Gülümsemem huzursuz. Ona çeviriyorum kafamı, o da huzursuz.


“Neden? Sebebi ne?” diyor, birkaç saniye uykuya dalan merakı yeniden canlanarak. Elindeki kupayı imalı bir hareketle benim önüme koyuyor.


“Asıl senin sebebin ne? Neden bana o hikâyeyi anlattın?”


Gülümseyerek onun önüme koyduğu kupayı tekrar onun önüne koyuyorum.


“Önce sen cevap ver,” deyip kupayı tekrar bana veriyor.


“Hayır, önce sen.”


Kupayı onun önüne bırakıyorum.


“Sen.” Kupayı benim önüme bırakıyor. Hoşuma gidiyor bu oyun içten içe. Nedensiz.


“Ölecek olan benim, o yüzden sen bana cevap vereceksin,” diyorum gülerek. Kupayı ona iade ederken bir öksürük tutuyor. Arkasına yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturuyor. Cevap vereceğini biliyorum, düşünmesi için zaman tanıyorum ona. Gözlerimi karanlık mutfağa dikiyorum.


“Çünkü,” diyor düşüncelerini toparladıktan sonraki o net ve emin ses tonuyla. “Öncelikle aklıma birden o geldi sadece...”


O derken, o kişinin hayatına dair yaptığın çıkarımdan söz ediyorsun sanırım.”


“Evet,” diyor terslercesine. Yaptığı yanlışı veya etik hatayı parmakla göstermem hoşuna gitmiyor ama üzerinde de durmuyor. “Her neyse, senin düşüncen aklıma ‘o çıkarımı’ getirdi. O kadın hayatını devam ettirmek için, hayatta kalabilmek için sürekli tekrar eden ve değiştiremeyeceğine inandığı sorunlardan beslenme yolunu seçmiş. Yaşamak için bu sorunlara teslim olmuş, devam edebilmek için zorunluluk haline getirmiş onları.”


Bir yandan onu dinlerken, diğer yandan da sandalyeden kalkıp oturma pozisyonumu değiştiriyorum.


Sandalyeye tekrar düz oturup yönümü ona dönüyorum. Karanlık mutfak sol yanımda kalıyor. O, avına sabitlenmiş yırtıcı bir hayvanın dikkatiyle tüm hareketlerimi izliyor. Kendimce gülüyorum bu düşünceye. Hayvan denilemeyecek kadar içgüdülerine hâkim ve onlar tarafından kontrol edilmeyen birisi o. Artık öyle.


“Sen de teslim olmuşsun.”


“Ne? Neye teslim olmuşum ben?”


Hınzır gülümsememi gizleme ihtiyacı içerisinde olmadan anlamazdan geliyorum. Öksürüyorum.


“Kendi ölümüne.”


“Belki de. Evet.”


“Neden?”


“Hayata ve aldatmacalarına mı kanayım?”


“Hayır, onu yap demiyorum.”


“Ne diyorsun o zaman? Neyi tavsiye ediyorsun?”


Bıkkınlıkla nefes veriyor. Omuzları çöküyor. “Tedavi olmanı. Kendini iyileştirmeyi tercih etmeni tavsiye ediyorum.”


Küllükte sigaramı söndürüyorum.


“Hah, işte bu! Tercih! Ben bunu tercih ediyorum. Ben tedavi olmamayı tercih ediyorum.”


“Sen ölmeyi tercih ediyorsun. Sikeyim böyle işi ya!”


“Ölmeyi nasıl tercih edebilirim a****koyayım? Ölüm nasıl bir tercih olabilir? Hepimiz, her birimiz öleceğiz? Ölmeyecek miyiz, söylesene? Bir asır sonra, belki senin gelecekte doğacak çocuğun bile ölmüş olacak. Nasıl kaçacaksın?”


Ters bir hareketle ayağa kalkıp onun önündeki boş kupayı alıyorum. Gerçekten kahve kupasını mı elime alıyorum, yoksa son söylediğime karşı cevap hakkını mı onun elinden alıyorum? Kim bilir... Ben bilmiyorum.


“Nereye?” diye soruyor ayağa kalkıp.


“Mutfağa. Sana yeni bir kahve yapacağım. Ağzın boş durmasın, boş durunca çok soru soruyorsun.”


“İnatçı.”


“Kıl!”


Karanlık mutfağa girip ışığı açıyorum. Mutfak tezgahında bulaşıklar birikmiş, elimdeki kirli kupayı tezgâhın üzerinde boş gördüğüm ilk yere bırakıyorum.


“Yıka artık şunları,” diyor adeta azarlayarak. Salonda bıraktığım küçük hoparlörü almaya giderken bağırıyorum.


“Sen yıka! Elde bulaşık yıkamayı terapi olarak gören sensin.”


Ev darmadağınık. Her yer her yerde. Salondaki beş raflı kitaplığa bıraktığım hoparlörü alıp mutfağa geçiyorum. Hoparlörü telefona bağlayıp Spotify’a giriyorum. Jeff Buckley’den Mystery White Boy Expanded Live Edition albümünü açıyorum. Shuffle’da ilk çalan ‘Grace’ oluyor. Mutfağa girip kafamı kaldırdığımda onu beyaz gömleğinin kollarını sıyırmış bulaşıkları düzenlerken buluyorum.


“Kolay gelsin paşam!” diyorum hoparlörü buzdolabının üzerine bırakırken. Hiçbir şey söylemiyor.


“Yardım edeyim mi?”


“Gerek yok, otur sen.”


“Tamam. Ama önce bana temiz bir kupa verirsen iyi olur. Kahve içeceğim.”


Temiz kahve kupası yok rafta. Az önce onun kahve içtiği kupayı hızlıca yıkayıp bana uzatıyor. Çoğu şeyde olduğu gibi, kahvenin lezzetinde de kalite aramıyorum. İçtiğim kahve kötü veya yanmış olsa dahi içiyorum. Ben içerideyken o kettle’ı açmış. Ben kahve kavanozunu açarken su kaynıyor. Birkaç kaşık granül kahve koyuyorum kupaya, üzerine kaynar su döküp karıştırıyorum. Buzdolabının yanındaki sandalyeye oturup onu izliyorum.


Bulaşık makinem yok, söylenmeden tek tek yıkıyor bulaşıkları. ‘What Will You Say’ çalıyor şimdi. Onu izliyorum. Yıllarımız geliyor aklıma. Eski günler. Onun hızlı hızlı yemek yapışı aklıma geliyor; tek başına sipariş yetiştirmeye çalışmaları, benim ufak tefek yardım etmelerim, onun için bir şeyler yıkamalarım... Kim derdi ki, o benim mutfağımda benim bulaşıklarımı yıkayacak? Onca seneden sonra, onca seneler... Sahip olmadığımız, onun başka bir yerde bulunduğu, benim bambaşka yerde harcadığım yıllardan sonra bir gün benim evimin balkonunda oturup sohbet edeceğimizi, beni uzağa attığı, kendinden uzaklaştırdığı bir hayata tutunmaya ikna etmeye çalışacağını kim bilebilirdi ki? Yıllar sonra ilk buluşma değil bu ama ilkmiş gibi hissettiriyor.


İştahla yudumluyorum kahveyi. Soğuk bir mayıs günü. Boğazımdan geçen kahvenin sıcaklığı gevşetiyor beni. Geçmişe götürüyor yine. Jeff Buckley’nin sesi olayları anımsatıyor. Kalp kırıklıklarını. Hayal kırkılıklarını. Öfkeden doğan can kırıklarını. Onun hareketlerinin tekdüzeliği şimdiye bağlıyor beni. Şimdide tutuyor.


“Ölüm bir tercih olamaz,” diyorum o işini bitirip musluğu kapatınca. Yıkadığı temiz kupalardan birini alıp kendine benim yaptığım gibi bir kahve yapıyor. Balkonu işaret ediyor, oraya geçiyoruz. Tıpkı az önceki gibi oturuyoruz. ‘Devam et,’ der gibi bakıyor suratıma. Eskiden de böyle baktığı olmuştu. İçimi yakıyordu. Bıkkınlığı, üzüntüsü, umutsuzluğu bir kuyu gibi içine çekiyordu beni. Yıllar sonra hiçbir şey hissettirmez sanıyordum. Hisler değişmiyordur belki.


“Ölüm bir tercih olsaydı bile, bu en nihayetinde benim tercihim. Ortada seçim yapmamı gerektiren bir durum varsa ben seçimimi yaptım. Sen neden kabul etmiyorsun ki bunu? Ortada bir tercih olduğunu belirtip sonrasında bu tercihimi reddedemezsin.”


Derin bir nefes alıyor, arkasına yaslanıyor. Ağlamak üzereymiş gibi bu nefesi havaya doğru bırakıyor, nefesi titriyor. Şaşırıyorum biraz. O gökyüzünü huzursuzlukla izliyor.


Ben de onu izliyorum. Senelerce görüşmedik. Senelerce. Arada bir kahve içip muhabbet ettik. Ama asla düzenli görüşmedik. Şimdi bu söylediklerim onu hayal kırıklığına uğratmış ve derinden sarsmış gibi oturuyor karşımda.


Çok mu inatçı davranıyorum? Zar mı atıyorum kendi hayatım üzerine? Onunla yaşananlar üzerine de zar mı attım?


İçimden ona, ‘hiçbir şey söyleme, biraz sessizlik içinde düşünmek istiyorum,’ demek geliyor. Ama susuyorum. Gideceğinden korkuyorum. Neden korkuyorum? Susuyorum. O da susuyor. Düşündüğümü biliyor. Geçmişi düşünüyorum. Eski defterleri açıyorum. Zaten o eskiden de hiç açmazdı geçmiş meseleleri. Ben açıyorum.


Anladık biz birbirimizi. Anladık seneler önce. Bir süre iyi de gitti. Öyle kalmasını istedik çünkü. Anlamayı istedik. Sonra bıraktık ama.


Güvenmiştim. Canımın acısını, zihnimin dalgalarını ona göstermekten korkmamıştım. Zihnimin dalgaları beni alıp götürürken karşı koymayacak, sonunda ne olacağını görme cesaretini gösterecek kadar -çünkü o yanımdaydı- beni o çaresizliğin içinde görmesine izin vermiştim.


Artık ne isterse yapabilirdi bana. ‘Bak, şimdi o içinde olduğun o daracık sandalı batıracağım suyun dibine. Bana güven, ben yanındayım,’ deseydi yüzme bilmediğim halde kabul ederdim. Bunu anlar anlamaz korktum. Ben bu teslimiyetten dehşete düşmüştüm. Biliyordu. Nasıl bir dehşetle boğuştuğumu anlamıştı. Kaçtım ondan. Hiçbir şey söylemeseydi; sussaydı ben be bu baş dönmesiyle susardım. Korku -benim korkum- onda merak uyandırıyordu. Ne vardı anlamasaydı korkumu?


Pişman oldum kaçışımdan, onu arkada bırakışımdan. Birkaç gün sürdü sorgulayışım. Birkaç gün. ‘Hayır!’ dedim. ‘Hayır, bu kadar korkak olamam ben. Yüzüstü bırakamam onu. Gerekirse o sandal ile bütün bir okyanusu aşacağım. Ben kimseyi yüzüstü bırakamam. Ona bunu yapamam.’


Ama aynısı olmadı. Onun içindeki macera, onun içindeki keşif merakı tükendi. O benim tüm topraklarımı görüp ezberlediğini düşünmüştü. Onun aşkı bir maceraydı; benimki ise Güller Savaşı. Yağmalandım ondan sonra, istila edildim. Onsuz kalan, kimsesiz kalan topraklarım üzerinde hak iddia ettiler. İzledim. Ben ancak uzandığım yerden izledim. Bana kalan bir avuç toprak kabir gibiydi. Kazılmamış kabrin üzerinde elimden alınan toprakları seyrettim. Ne kadar isterdim söylemeyi, ne kadar isterdim anlatmayı!


“Topraklarıma geldin tüm kırgın heybetinle. Benden bir parça alan seçtin. Anladın. Evet, sen beni anladın. Çok da güzel yaptın bunu. Sevecenlikle, dikkatle, şefkatle. Öyle sevdim ki toprağımın senin avcundaki duruşunu, ses çıkarmadım hiç. Ama nereden bileyim avcundaki bir parça toprağı anlayınca merakının biteceğini, aklında oluşan birkaç cümleyi bütün toprağıma değer biçeceğini? Daha acınası olansa eline alıp geri bıraktığın o parçanın üzerinde yığılmak bana yeter sandım sen gittikten sonra. Bu toprak yeter bana. Nasıl olsa her karışı aynı değil mi?


“Savaş çıktı. Ölenler oldu. Ölenlerin paylarını kalanlar tuttu. Umurumda olmadı. Benim toprağım bana yeterdi. Benim kabrim yetti bana. Kimse kazmadı o kabri benim için ama gerek bile duymadım. Ne altı ne de üstü hiçbir şey ifade etmedi. Değişen tek şey, savaşın depremiyle sallanmadım toprağın altında; her şey toprağın üzerinde, gözümün önünde oldu.


“Bir süre inandım beni tanıdığına. Bir süre inandım seni tanıdığıma. Anlamıştın beni çünkü; o bir karış toprağı anlayışına kandım. Halbuki yetmiyor anlamak birini tanımaya.”


Kafamı indiriyorum gökyüzünden. Beni izliyor. Beni izlerken ne düşünüyor? Söylemiyor. Yine geçmişe gidiyorum. Bir ara onu topraklarıma tekrar davet eder gibi oluşumu hatırlıyorum. Korkmuştu. Nasıl bir karmaşa içinde olduğumu biliyordu. Topraklarım talan edilmişti. Üzerinde yürünecek gibi değildi. İstemedi. Bıraktık öyle. Ben tek başıma, birer birer toparlamaya başladım. Dostlarım yanımdaydı. Dostlarım. Sonra o geldi yanıma. Bütün topraklarımı anlama gayretiyle bana elini uzatan bir seyyah. Ona kayıp seyyah derdim ama buna rağmen ayak bastığı yere kök salmak isterdi o. Anlardım onu. Şimdi yok o. Terk etti burayı, bu dünyayı. Özlüyorum onu.


“Ne düşünüyorsun?” diye soruyor tereddütle.


“Kayıpları,” diyorum. Anlıyor neyi kastettiğimi. Kıkırdıyorum.


“Bakma öyle,” diyorum. “İçim kan ağlamıyor artık.”


“Tedaviyi bu yüzden reddediyor olabilir misin? Onu kaybettiğin için?”


“Yeterince yas tuttuğumu düşünüyorum. Hem, neden böyle düşünüyorsun ki?”


‘Sen ne biliyorsun ki?’


“Onu sevdiğini, hak ettiğin şekilde de sevildiğini biliyorum.”


“Ve ona ulaşmak için veya artık o burada olmadığı için hayattan vazgeçtiğimi mi düşünüyorsun?”


Bir cevap bekliyorum. Geçmişte böyle konuları konuşmaktan kaçınırdı. Gerilirdi. Gerilmesin diye içgüdüyle gülümsüyorum, ses tonum da sert değildi konuşurken. Kollarını göğsünde bağlıyor, başını sallıyor.


“Evet, öyle düşünüyorum.”


Ne çok değişti yıllar içinde. Bu memnun ediyor beni. Onu ilk tanıdığım -tanıdığımı sandığım- şekliyle kalmaması, onu bu karaktere oturtan insanlar tanımış olması beni mutlu ediyor. Eskiden kaçardı. Çekingendi. Topluma karışmazdı. İçe dönük oluşu ve bunu aşamıyor oluşu aramızdaki iletişim sorununun oluşum sebebiydi. Gözlemlerim kaçırdı onu. Suçlu hissettirdi belki. Şimdi o halinden geriye bir tek sevimli öfkesi kalmış. Ve merakı...


“Hayır,” diyorum. “Hayattan vazgeçecek olsaydım senden sonra vazgeçerdim.”


“Ne?” Şaşkınlıkla gülümsüyor.


“Evet, aynen öyle!” diyorum kahkaha atıp. “Hiçbir romantik ilişkim seninki kadar yıpratmadı beni.”


Yüzü düşüyor. Bir anda sorgulamaya başlayacağını, bunu kafasında tartıp duracağını biliyorum. Artık aklına girebiliyorum. Onu artık tanıyorum. Onu artık tanıyor olmanın rahatlığıyla paketten bir sigara çıkarıyorum. O da beni tanıyor artık. “Ve hiçbir ilişkim seninki kadar yapıcılığı öğretmedi bana. Bir dönem çok kızdım, biliyor musun? Şimdiyse, iyi ki, diyorum.”


“Her ne yaptıysam -gerçi biliyorum ama-, iç dünyanda sana ne yaşattıysam özür dilerim.”


Gülümseyip masanın üzerinde duran elini tutuyorum. “Minnettarım ben. Teşekkür ederim her şey için. Deliceydi ama içtenlikle sevdim seni. Ne olmuş olursa olsun, bak yine buradayız.”


O bakış. O yalvaran bakış. İçimde üzüntü yok, pişmanlık yok. Ama onun bu bakışı geçmişi yine önüme seriyor.


“Ne yapabilirim? Seni kararından vazgeçirmek için ne yapabilirim?”


“Hiçbir şey.”


“Lütfen.”


“Bir şey yapmana gerek duymuyorum.”


“Kolundan tutup zorla götürsem?”


“Suratına yumruk yersin. Özlemişsindir sen.”


Engel olmaya çalışsa da kahkaha atıyor. Sırıtarak arkama yaslanıyorum. O da gülerek arkasına yaslanırken gözlerinden yaşlar dökülmeye başlıyor. Utanç. Utanıyor.


“Seni kaybetmek istemiyorum,” diyor gözlerini silip burnunu çekerek.


Onu ağlarken görmek içimde hiçbir şeyi kıpırdatmıyor. Hayatın olağan akışına neden müdahale etmediğimi yeniden anlıyorum. Geçmişin aldatmacalarına bir an kandığım için hafiften öfkeleniyorum da.


“Yaşamanın ve hayatında insanları tutmanın bencilliğinden sıyrıldığımı hissediyorum ben. Sen bunu intihar olarak görüyorsun, benim için bir kabulleniş bu. Seni afallatıyor ama ben olabildiğine rahatım. Seninle oturmuş güzel bir günde sohbet ediyorum. Keyifli benim için. Yeniden sorgulamak ve bu böyle olduğu için bunu yapmak iyi hissettiriyor. Fazlasını istemiyorum çünkü fazlası yok. Ben kendimi öldürmüyorum; yaptığım şey kaçmamak.”


İkna olmuyor. Böyle bir beklentim de yok.


“Kaçmanın ne çok yorduğu hakkında en ufak bir fikrin olsaydı oturduğun yerden kalkmazdın. Her sabah kalkıp işe koşturmazdın. Bir şeylere yetişmeye çalışmazdın. Bunları yapman bir hata veya yanlış değil, seni veya kimseyi suçlamıyorum, canımın içi. Kaçacak enerjin ve gücün olduğu için unutuyorsun öleceğini ve devam ediyorsun yaşamaya. İçinde beni anlamaya dair bir istek varsa ve kaçmaktan sıkılırsan bir gün, kabullenişle yaşamaya devam etmek için, içinde biraz da olsa ışık bıraktığından emin ol. Esas intihar, gücün tükendiğinde, ışığın solduğunda kabullenmeyi fark etmek bana göre. İnan, ben hala koruyorum rengimi ve içimde, olduğum yeri aydınlatan ışık hala var. Ben yaşıyorum, yaşamaya devam ediyorum. Soluyan milyarlarca insanın arasında esas ben nefes alıyorum.”

17 görüntüleme0 yorum

Comments


Post: Blog2_Post
bottom of page